Innocent children are dying every day in the world, for what? Dünya da her gün masum çocuklar ölüyor,ne için?

6 Haz 2010

BİZ KİMİN VE NEYİN ÖNDERLİĞİNE SOYUNUYORUZ?

31 Mayıs 2010 Pazartesi günü sabahın erken saatlerinde İsrail güvenlik kuvvetlerinin bir operasyonuyla Mavi Marmara adlı Türk gemisine yapılan saldırı sonucu dördü Türk, dokuz kişi yaşamını yitirdi. 32 ülkeden 600’ü aşkın insanın bulunduğu geminin yolcularının yarıdan fazlası Türk’tü ve bunlar da yine büyük çoğunlukla İHH (İnsan Hak ve Hürriyetleri) Hareketi’nin üyeleriydiler. Bu örgütün İslami bir örgüt olduğu ve özellikle Hamas’la çok sıcak ilişkiler içinde bulunduğu da bilinen bir gerçekti.

Aslında böyle vahim bir olayın yaşanacağı tahmin edilebilirdi,-bir anlamda-perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Şu anda genellikle konunun farklı yönleri üzerinde duruluyor, İsrail’in hukuk ve insanlık dışı eylemi fazlasıyla öne çıkarılıyor. Oysa yaşananlar Türkiye için onarılması son derece güç bir durumdu, onur kırıcıydı ve işin bu yönü –sanki- biraz ihmal ediliyordu. Bu kanlı süreç, 1992 yılında, Ege’de bir tatbikat esnasında ABD uçak gemisi Saratoga tarafından Muavenet Muhribimize ateş açılıp, gemimizin hasar görmesinden ve beş askerimizin şehit edilmesinden; ya da 2003’te, Kuzey Irak’ta subay ve astsubaylarımızın başına ABD askerlerince çuval geçirilmesinden daha mı az inciticiydi acaba? Hatta can kayıplarının daha fazla olması açısından daha da rencide edici bir durum değil miydi?.

Emekli Orgeneral Necati Özgen aynı gün akşam haber bülteninde NTV’de Banu Güven’in sorularını yanıtlarken–aslında- bunun uluslararası ilişkiler açısından bir savaş ilanı nedeni olduğunu belirtiyor ve doğru söylüyordu. Elbette teknik anlamda doğru olan bu düşüncenin hayata aktarılmasından daha büyük bir yanlış –hatta- felaket olamazdı. Özgen de -zaten- buna karşı çıktığını belirtiyordu.

İSRAİL’İN DURUMU ORTADA

Aslında, yaşanan gelişmeler incelendiğinde böyle bir olayla karşılaşmak hiç sürpriz değildi. İsrail’in gerçek bir terörist devlet olduğu ve bugüne kadar acımasızlığını, kıyıcılığını defalarca ortaya koyduğu biliniyordu. Araplarla giriştiği dört savaşta üstünlük sağladığı ve her zaman ABD’nin tam desteğine sahip olduğu tarihsel bir gerçekti. 1982’de Sabra ve Şatılla’da Faşist Falanjist militanları kışkırttığı ve onlarla birlikte Filistinli mültecilere karşı giriştiği kanlı kıyım operasyonu –hâlâ- unutulmamıştı.

Ayrıca kendisine karşı girişilen bağımsız operasyonlar karşısında da tavizsiz ve hiçbir insani değeri göz önünde bulundurmayacak kadar gaddar olduğu,-asla- blöf yapmadığı bir gerçekti… Üstelik konjonktür nedeniyle İsrail’in her zamandan daha tehlikeli olacağını öngörmek hiç zor değildi...

ABD’nin güç yitirme süreciyle birlikte, ayaklarını yere bastığı zeminin iyice kayganlaştığını hisseden İsrail,-özellikle- son birkaç yılda tedirginliği ve paranoyaları artmış bir ülke haline gelmişti… Neydi bu olaylar, bir hatırlayalım… Vurguladığım üzere, ABD’nin tükenme sürecinin artık fark edilmesi huzursuzluğunun başlıca nedenlerinden biriydi… Ardından, defalarca üstünlük sağladığı Arap dünyası karşısında 2006’da, Güney Lübnan’da Hizbullah karşısında yetersiz kalması, yalnız maddi sonuçları açısından değil, psikolojik olarak da üzerinde son derece olumsuz bir etki yaratmıştı...

Bu olayın ardından, zaten dış göç olgusunu yaşayan İsrail’de bu durum daha da artmıştı. Bu ülkenin insanları, geleceklerinden son derece kuşkulu, karamsar bir ruh hâline bürünmüşlerdi ve artık yurtlarını terk ediyorlardı. Gazze’nin kendileri için stratejik açıdan önemli bir bölge olduğu biliniyor. Ancak İsrail’in 2009 Gazze saldırılarında, ölçüyü iyice kaçırıp canavarca sivil halka yüklenmesinin temelinde, -belki de- Yahudi halkının bu karamsar ruh hâli yatıyordu…

Son yaşanan gelişmeler de kendileri açısından hiç olumlu değildi. İran’ın nükleer çalışmalarını sürdürmesi, buna karşılık İsrail’in ABD’yi İran’ın nükleer tesislerini vurmaya razı edememesi İsrail için başlı başına huzursuzluk kaynağıydı. Buna bölgenin en önemli güçlerinden biri olan Türkiye’nin İran’la ve diğer Orta Doğu Arap ülkeleriyle yakınlaşması, kendisiyle gergin bir etkileşim içinde bulunması -dahası- bölgeye yönelik bir eksen değişikliğini sezdirmesi gibi sancılar eklenince; bu İsrail’in hiçbir şiddet eyleminden kaçınmayacağı rahatlıkla görülebilirdi…
Tabiî aşırı sağcı Netanyahu Hükümeti’nin işbaşında bulunmasını da bunlara eklemek gerekiyor.

Bu çok vahim durum, karşılıklı olarak sağduyulu yaklaşımlarla engellenemez miydi? Eğer temel amaç Gazze’deki yardıma muhtaç insanlara şefkat elini uzatmak idiyse, bu malzemeler İsrail’in karşı çıkmadığı kara yoluyla da buraya ulaştırılabilirdi. Ancak -anlaşıldığı kadarıyla –işin içinde İsrail’in damarına basmak, onu –adeta- böyle bir operasyona zorlayıp dünya kamuoyu nezdinde küçük düşürmek gibi bir niyet sezilmiyor değildi. Bununla birlikte deniz yoluyla Gazze’ye girebilmek, ambargoyu bütünüyle kaldırmak gibi beklentiler de hissediliyordu. Bu yaşananlar sonrasında İsrail’in alışkanlık hâline getirdiği insanlık dışı eylemlerine bir çentik daha atılmış, İsrail utanç verici bir suçun daha faili olmuş, -deyim yerindeyse- bir kez daha ipliği pazara çıkmıştı... İyi de İsrail’in bunları umursadığı var mıdır ki?..

Peki, bu İsrail, bu işi bu noktaya getirmeden çözümleyemez miydi? Emekli Koramiral Atilla Kıyat, konunun bilirkişisi olarak bunun birçok yöntemi olduğunu belirtiyor. Öncelikle yardım gemisinin baş ve kıç taraflarına uyarı ateşi açılabileceğini, geminin kendi savaş gemileriyle önünün kesilebileceğini, bu ve buna benzer yöntemler uygulanırken zaman kazanılarak Türkiye Hükümeti ile görüşme sağlanabileceğini söylüyor. Orta yaşı devirenler ya da konuyla ilgili olanlar İsrail’in bu konularda ne kadar yetenekli olduğunu gayet iyi bilirler. Bu konuda İsrail’in yeterliğini gösteren en çarpıcı örneklerden biri 1976 yılında yaşanmıştı. Bu olay daha sonra filmlere bile konu olmuştu. Bu yılın temmuz ayında, Paris-Telaviv seferini yapmakta olan ve çok büyük çoğunluğu İsrailli yolculardan oluşan 106 kişilik Fransız uçağı Filistinli gerillalar tarafından Uganda’nın Entebbe kentine kaçırılmıştı. İsrail özel kuvvetleri bir saati bile bulmayan bir operasyonla, yalnızca dört yolcunun ve bir İsrail askerinin ölümüyle sonuçlanan olağanüstü bir müdahale sonucu uçağı kurtarmışlardı.

Televizyon haberlerine yansıyan baskın görüntüleri dünyanın –adeta- dudağını uçuklatmıştı. Burada kesinlikle Mavi Marmara gemisi yolcularını gerillaya benzetmek gibi bir amacım yok. Yalnızca İsrail’in isterse çok kolay yöntemlerle bu gemiyi engelleyebilecek güce ve deneyime sahip olduğunu anlatmak istiyorum. Ancak -öyle görünüyor ki- İsrail, 2009 yılında Davos’ta Türkiye başbakanının “One Minute” ile başlattığı gerilim nedeniyle Türkiye’ye bir ders vermekte kararlıymış..

İsrail’in yapısı bu ve bu durum bütün dünya tarafından bilmiyor. Bu ülke bir din devleti ve burada dinsel fanatizmin en ileri boyutlarda olduğu da apaçık ortada. Dünyanın –belki de- en eğitimli toplumlarından birine sahip olan İsrail bu fanatizm yüzünden bakalım dünyaya daha hangi zararları verecek, hangi bedelleri ödetecek? Hele kendisiyle aynı özellikleri taşıyan İran ile birlikte insanlığa kim bilir hangi felaketleri, acıları yaşatacaklar?

Ne yazık ki dindarlığın ötesine geçen dincilik, bir türlü kendisi gibi olmayana, “öteki”ne saygılı, ya da -hiç değilse- tahammüllü insanları ortaya çıkaramıyor. Bu anlayışla yetişen ve hayata bu gözlüklerle bakan toplumlar uzlaşmacılığı yaşam literatürlerine dahil edemiyorlar. Şiddet böylesi insanlarda alabildiğine sıradanlaşıyor, olağanlaşıyor.

OLAYIN TÜRKİYE VE FİLİSTİN KANADI

Gelelim işin bizimle ilgili tarafına. Bugün ülkemizde dinsel kimliğini ulus kimliğinden daha önde tutan, ulus birliği içinde değil ümmet düzeni içinde yaşamayı arzulayan insanlar bulunabilir. Bunların sayıları pek az da olmayabilir, ne olursa olsun bu insan topluluğu Türkiye değildir, bu insanların talepleri de Türkiye’nin talepleri demek değildir. O nedenle sorumsuzca davranmalarının bedelini Türkiye ödememelidir. Pek farkında değiller galiba ama ülkemiz uğradığı çok büyük prestij kaybının yanı sıra-yukarıda belirttiğim üzere- bir savaşın eşiğine gelmiştir. Bir ülkeye bundan büyük zarar verilebilir mi?

Elbette mağdur ve mazlum Filistin halkının yanında olmak insan olmanın gereğidir. Ancak bu yandaşlık diplomatik düzeyde ve gönül bağları çerçevesinde kalmalıdır. Herkes aklını başına toplamalıdır. Mehmetçiğin Filistin halkı için akıtacak bir damla kanı yoktur. O zaten ülkesinin bütünlüğü için gereğinden fazla özveride bulunmakta, her gün canını vermektedir… Ayrıca soydaşları nerede Filistin halkının? Mısır, Ürdün, Suriye, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri nerede duruyorlar? Bu işin öncülüğü bizden çok onlara düşmüyor mu? Biz kimin ve neyin önderliğine soyunuyoruz?

Konunun çok önemli yanı da bugünkü Hükümetin en temel politikalarını –artık- hayata aktarmaya başlamasıdır. Türkiye bir yandan hızla İslam Cumhuriyeti’ne dönüşmenin dehşetini hissederken, bir yandan da Orta Doğu’ya, İslam ülkelerine dönük bir eksen değişikliğinin ayak seslerini duymaktadır. Yaşanan son olaylar bu tehlikenin alarm zilleri gibidir.

Başbakanımız, olayın gerçekleştiği ilk gün konuyla ilgili yaptığı çok güzel konuşmasında hukukun ve uluslararası hukukun arkasında olduğunu dile getirmişti. Gerçekten fevkalade, bu vesileyle azıcık konunun dışına çıkıp hemen bir dileğimizi aktaralım kendisine. Sayın Başbakanımız, o çok değer verdiği hukuku Silivri’de uygulamaya başlar, cehennem azabına dönüşen tutuklulukları engellemek için gerekli adımları atarsa müteşekkir oluruz. Ancak kendisi –bizzat hukuka olan saygısı nedeniyle- hukuka müdahale edemediği için burada etkili olamıyordu değil mi? Unutkanlık fena şey doğrusu(1)Ancak bu bir bağlantı cümlesiydi, sonda söylediği “Filistin’in arkasındayız.” sözleri son derece anlamlıydı.

Belirttiğim üzere, bu bir eksen değişikliğinin imalı ifadesiyse ya da Türkiye yavaş yavaş buna hazırlanmaya çalışılıyorsa bunun kabul edilebilir yanı yoktur. Türkiye’nin Filistin’le ilgisi, bu ezilen insanlar “insan oldukları” için kendilerine yöneltilen bir ilgi olarak kaldığında anlamlıdır, insancıldır, evrenseldir. Kendilerinin Müslüman kimliklerinin Türkiye’de belli bir kesim tarafından bu kadar ısrarla vurgulanması, bu ülkede hiç de hafife alınmaması gereken nicelik ve niteliğe sahip bir topluluk tarafından kaygıyla izlenmektedir.

Aynı gün Fatih Çekirge Hürriyet’teki köşesinde Türkiye’nin dünyaya belirttiğim türden bir izlenim verdiğini belirtiyor ve endişelerini dile getiriyordu. Dileriz bu gelişmeler ve görüntüler deneyimli gazetecinin belirttiği gibi izlenimden ibarettir ve yaşamakta olduğumuz bir gerçeğin ta kendisi değildir.

Son olarak Filistin halkına bir öneride bulunalım isterseniz. Bu insanlar acılarını dindirmek istiyorlarsa, önce sırtlarındaki Hamas kamburunu atmaları gerekiyor. O Hamas’ı yıllar önce ABD’nin kurdurduğunu hatırlayarak durumlarını değerlendirmelerinde sayısız yararlar var. Kendi dinsel ideolojisini yaymayı her şeyden daha değerli gören, bu uğurda her şeyi ve herkesi kullanan bu örgütle, İsrailli şahinler bölge insanlarına daha çok acı çektireceğe benziyorlar…

Bu konunun genel bir Orta Doğu ve özel bir Filistin analizi bütünlüğünde ele alınması doğru olacak.

Vakur Kayador

Odatv.com